18 Ekim 2016 Salı

kapı eşiği.


Hırsınız beni ürkütüyor, hırslarınızın tutkusundan başka bir şey görmüyorsunuz.
Hatalarınızı olgunlukla karşılamayıp karşı tarafa ne satabilirimcilik oynuyorsunuz. Hiçbir zaman kazananı olmayacağınız bir oyunda kazanmak için dört nala koşuyorsunuz. Tükenerek, tükenerek daha fazla tükenerek ve tüketerek.
Bir başkasının cukkasını doldurmak için bu kadar koşuyor olmak ya da kuru bir teşekkür için ne bileyim sence yaşamın hepsinden daha değerli değil mi? Korkunç egolarıyla ve her boku bilen edalarıyla üzerinizde tepinmeye çalışabilirler. size aileniz her yerde durumun böyle olduğunu söyleyebilir. ve düzenin içerisinde her yerde durum böyle de olabilir ama siz hiçbir yerde çekmek zorunda değilsiniz. Hiçbir kurumda biz bir aileyiz mavalının altında daha çok tükenmek zorunda değilsiniz. Sade güzel insanlar tanırsınız hepsi bu. hayatınızdan ve sizden çalınan zaman geri gelmeyecek kadar değerli. hiçbir statü, hiçbir bedel tükenmişliğinizin karşılığı olamaz.
O zaman ne yapacağız?
Dönen kapılara çarpmayacak, karton bardaklarda ayılmak için demlenmeye çalışmayacak, bu kirli düzenin bir parçası olmak için dört nala koşmayacak, bu yarış için kimsenin kalbini kırmayacağız.

27 Temmuz 2015 Pazartesi

Umutsuzluk bir karanfildi, bunu unutma!




Diyorum ki kendime umutsuzluğa kapılma sakın!
Cenazeler kalkıyor.
Bir çocuk, iki çocuk, üç çocuk.
Daha halaylar soğumadı terinden, zılgıtlar ağıtlara dönüyor.
Dört çocuk, beş çocuk, altı çocuk.
Hatırla diyorum, umutsuzluk bir karanfildi yalnızca karanfil*
Cenazeler kalkıyor.
Yedi çocuk, sekiz çocuk, dokuz çocuk.
İhbarlar ihbarları doğuruyor, kim bilir şimdi nereyi patlatacaklar?
On çocuk, on bir çocuk.
Sayı saymayı cenazeleri omuzlanmak için öğrenmedik.
Umutsuzluğa kapılma diyorum.
On iki çocuk, on üç çocuk patlatan da henüz çocuk.
Nefret ekilmiş toprağa sen sevgi yeşert unutma. Asma yüzünü...
On dört çocuk, on beş, on altı...
Bir muma üfler gibi adam vuruyorlar sokak ortasında...
On yedi çocuk, on sekiz çocuk, on dokuz çocuk.
Barışa zeval gelmesin diye sessiz sedasız dişimizi sıka sıka gömmedik mi evlatları?
Yirmi çocuk, yirmi bir çocuk.
Kapılma umutsuzluğa, kulak ver şaire karartma sol memenin altındaki cevahiri.
Yirmi iki, yirmi üç, yirmi dört çocuk
Korkmuş karanlığı ile iktidar hırsına ateşe verdiler memleketi.
Yirmi beş çocuk, yirmi altı çocuk
Her adımda ağırlaşıyor omuzlar...
Soğuk mermer taşında öperken yavrusunu bir kadın. Keşke biz ölseydik diyen başka bir anaya karışıyor alın yazısı.
Anaların göz yaşını akıtma daha fazla ya rabbin'alemin.
Yirmi yedi çocuk, yirmi sekiz çocuk.
Toprak kusmuyor dahi ölüleri içimiz kan, dışımız tecavüz... Aynaya bakmak istemiyorum.
Usanmak da değil bu büsbütün utandırdılar yaşamaktan.
Umutsuzluğunu kaybetme sen yine de demek istendiriliyorduğum. Ama dönmüyor dilim.
Yirmi dokuz çocuk, otuz çocuk, otuz bir çocuk.
Birler, onlar, yüzler, binler, on binler basamağının Allah top yekün belasını versin.
Otuz iki çocuk.
Bak yine bu ülkenin güzel gülüşlü evlatlarını katlediyorlar.
Bir umudumuz vardı yeşeren ona da kökünden asılıyorlar.
Güpegündüz bir evde infaz ediliyorsun mesela. Günler sonra öpüyor bedenini annen. "Gül yüzlü kuzum" diyor kurşun yarasını elleriyle severken. Bombalıyorlar ibadet ettiğin ne varsa.
Bir kadın, bir adam, bir çocuk, bir insan, bir ölü...
İktidar hırsında ölüyorsun şehit diyorlar.
Ne tuhaf!
Babasız çocuklar, evlatsız analar. Siz kurtulacaksınız diye sağ olan vatanın da Allah belasını versin.

6 Ocak 2014 Pazartesi

Emrah Serbes olmasaydı bu yazının adı Ümit'i öldüren ağaç olurdu.


Bir halk uyandığında gitti buradan Ümit. Etraf cümbüş yeriydi kimse fark etmedi.
Fark edilmesini istemedi o da yoksa ardında bir mektup bırakırdı. Ki bırakmış olsaydı bugüne kadar yazılmış en fiyakalı intihar mektubu olurdu, eminim.
Olayların üzerini örtmek istemedi bu yüzden sessizce kendi üstünü örttü, toprakla.
Daha ne kadar çirkin olabilirdi diye düşündü belki de yeryüzü, haklıydı.
Direniş günlerinde kan revan içerisindeyken ortalık, tepemize kapsüller yağarken, hepimiz düşünmüştük Tezer Özlü'yü;
"Burası bizim değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi" diye muhakkak.
Ümit öldüğünde 25 yaşındaydı ve zaten Virgina'ya kalırsa insan yaşamının en güzel yılları 25'ine kadardı.
Bu Ümit'i gülümsetir mi bilmem ama benim tanıdığım en güçlü adamdı.
Dünya üzerine söylediği son şey "böyle bir dünyada yaşamak istememeliyiz bence" oldu.
Gazetede "nedeni belli olmayan depresyon" diye yazmışlar ardından.
Hiçbir bok bilmiyorlar.
Gazeteciler hiçbir bok bilmiyorlar. - ben dahil.
Ümit nedensiz hiçbir şey yapmazdı. Islak hamburgerle konuşurken bile bir nedeni vardı.
Düşünmeye başladığında, volta atar şekilde bir sağa bir sola yönelirken, elleriyle ritim tuttuğu düşüncelerini bilseniz 9/8lik bir intihar olduğunu bilirsiniz.
Ama ne yazık ki siz hiçbir bok bilmiyorsunuz.
Kendini bir ağaca asarak öldürdü Ümit.
Geride kalanlar yani onu tanıyanlar biliyorduk, kendini asmadan önce o ağaçtan özür diledi.
Canını yakarsam diye özür diledi.
Dalını kırarsam diye özür diledi.
Baskı ve şiddet ve yeryüzünün dayanılmaz çirkinliği altında nefes almanın bir manası yoktu.
Gezi parkı direnişleri açılınca konuşmak istemiyorum diyor ve ortamdan uzaklaşıyormuş.
"insan ürünüyüz her şeyimiz insan ürünü, bu kokuşmuşluğumuzu değiştirmek için önce kendimizden geçmeliyiz gerekirse" dedi
Gerektiğini düşündü ki salındı ağacın dalında bir yaprak gibi...
Son dinlediği şarkıda muhtemelen Yavuz Çetin'e aitti.
Kendini astığı ağaçta can vermesi tam 2 saat sürdü. Ayaklarının altında devirmek için ne bir sehpa ne başka bir şey vardı.
Düşmesi tam 2 saat sürdü ve o özür dilerken bunu biliyor, gülümsüyordu.
Sadece sırf bu yüzden tanıdığım en güçlü adam, Ümit, Ümit Can.

5 Aralık 2013 Perşembe

Kiramen Katibin ya da her ikiside.


Şarkılar, şiirler derken gece uzuyor. Gece uzuyor ve gün gecenin karanlığına doğuyor. Hiç utanmadan.
Mesela biri gelir der ki;
"Seni üzeceğimi nasıl düşünürsün?"
Takriben 8 saat sonra bir vazo nasıl kırılırsa bin yerinden öyle de kırar. Geçmiş olsun her şey biter böylelikle.
"Sözler önemli değildir" derdi sevdiğim bir arkadaşım. "Önemli olan davranışlardır."
Her şeyi söyleyebilir insanoğlu.
Bir kere olsun düşünmeden. Bir kere olsun gerçekten hissetmeden.
İnsanlar çünkü; ne çok konuşuyorlar Tanrım!
Kırıldığınız yerde biri çıkar "geçer" der, haklı.
Kimisi delip geçer, kimisi sus olur geçer, kimisi de öldürür - gider.
Siz ki bir anne nasıl öper yavrusunu bir bilseniz kendinizden utanırsınız. Bir annenin evladını reddettiği yerde sever kadınlar. Bu böyledir.
Herkes ağlarken gülmek de çok ayıptır. Bundandır medcezire tutulmuşluğumuz.
Bu arada unutmadan önümüzdeki cuma yağmur var mutlak rakı içmeli, içiniz.
Kelebekler kök saldı birkaç gündür içimde, kelebekler uçuyor bir kış günü, bilirsiniz bu da oldukça korkunçtur.
Umut öyle bir tohumdur ki toprağa düştüğü yerde filizlenir. Bir adam ise düştüğü yerde can verir.
Akşamüstüydü annemin elleri arasında can verdi o adam.
Annem unuttu ama ben her gün hatırladım yeniden. Marketten çıkmışlardı o anda yığılıverdi yere annem koştu yetişti. Hemşireydi ne de olsa zamanında...
Aldı adamın ellerini, ağzından kan geldi, yatıyordu yerde, insanlar çember oluşturmuştu.
Ve biz içindeydik çemberin. Zaten hiç dışında olmadık ki çemberin.
"Ambulansı arayın" diye bağırışmalar... bağrışmalar... fısıldayarak konuşsalar ya insanlar?
Sonra her şey yavaşladı, zaman durdu.
Ölüm ellerinin arasındaydı annemin, ağzından kan düşerken yere tek damlasında yutkundu oğlu.
Göz göze geldik, o yutkunurken.
"Bir rüyadayız değil mi?" diye soruyordu. Bir şey demesine gerek yok, biliyordum.
Elini tuttum; "Korkma, her şey düzelecek dedim." Ne büyük yalandı. Sırf bu yüzden ya kiramen ya katibin ya da her ikiside daha çok karaladı defterime, olsun.
Ambulans geldi, kalp masajı derken
3-2-1
Flaşh!
Azraille fotoğraf çektirdik hep birlikte.
İnsanlar günahlarıyla gömülürken ne güzel olabilirdi ki zaten hayatta? Üzmemek adına daha çok yaralarken birbirimizi... bir vazo bin yerinden kırıldığında...
İyi biri olmamak için çok çabaladım.
Ben iyi biri değilim belki ama adisyon tutulmayan o müstesna çay evlerinde hakkımız kalmasın diye bi' fazla ödemiş insanlarız. Sen yine de
"Seni üzeceğimi nasıl düşünürsün?"
 
- Gülan TOLAN / İstanbul / 6.12.2013 

25 Ekim 2013 Cuma

Kendisinden kaçanlara.

Kocası Leonard mektubu elinden düşürdüğünde nehrin suları ömrü boyunca yaşadığı korkuların üstünü çoktan örtmüştü.
Virginia ceplerine taşları doldurmadan 20 yıl önce;


       'Kendine ait bir oda' romanını yazarken "güzelim ekim ayı soluyor" demiş Virginia. 1929 senesinin sonbaharı, odanın içerisinde bir ileri bir geri yürürken, omuzları düşmüş, dalgın bakışlarıyla sigarasından aldığı her nefeste, kafasının içinde dönen konuşmalarla, Mary Beaton'un akıbetini düşünürken bulunduğu yerden tam 72 yıl sonra, 
   Ekim ayının son demlerinde onu okuyan döngüdeki Mrs. Dalloway'i düşünmüş müydü? bilinmez.. 
Ama ben onu düşünüyorum. 
Huzur ve sevgi içinde sıkışıp kalmaktansa Londra'nın soğuk, kaotik ve dayanılmaz gerçekliğinde yok olacağını bilerek; "hayattan kaçarak mutlu olamazsın" diyen bu tuhaf kadının mutluluğu bir türlü yakalayamadığı için kaçtığı hayatını sorguluyorum. 
Tam 72 sene sonra.. 
21. asrın başı, ortası ya da sonu değişen bir şey yok Virginia biz kadınlar hep aynıyız. Sorunlarla baş etme yöntemimiz farklı oluyor belki nehrin sularına değil de kapılarımızı kapıyoruz mesela, duvarların arasında sıkışıp kalıyoruz. 
Kendimizi daha çok hapsolmuş hissediyoruz.
Upuzun pencerelerimiz var ama perdeleri çekiyoruz sırf göz göze gelmemek için.
Beton binalardan bakınca dışarıya akan bir hayat var gibi görünüyor. Tıpkı senin otelin penceresinden Londra'ya baktığında gördüğün gibi. Halbuki oradan oraya yetişmek için koşturuyor insanlar. Bir sonraki, bir sonraki derken bitiyor Virgina 
ziyafetler, şık giyinimler, yüksek kahkahalar, bitiyor gece.. ve sonra maskeler dökülüyor yüzlerden duvarların arasında. Bunu görmemek için kapıyorlar gözlerini. Bir yerlerden bir yerlere yetişirken kendilerinden kaçıyor insanlar, ne acı!
"Dünya bir bütün ben dışındayım" dediğinde de otel odasının penceresinden gördüğün insanlardı muhakkak.
Zaman aksa da hep saatler, her zaman yıllar, 72 sene önce veya sonra her şey aynı. aynı korkular, aynı insanlar, kayboluşlar.
"hep yıllar, her zaman yıllar. Her zaman.. sevgi.
Her zaman saatler." dedi
 Ve nehrin sularına 60 yılı aşkın yaşamı böyle bıraktı Virginia, Virginia Woolf.

24 Eylül 2013 Salı

Birazdan yağmur yağacak.


Acı çektiğimi mi düşünüyorsunuz? doğru.
Çünkü kadın olmanın getirdiği ve gerektirdiği 5 temel farzdan birincisi: Acı.
Genelde böyleyiz. Seviyoruz.
Ve de ünlü şairlerin etkisinde "Olsun" diyoruz. "Ben seninle mutsuzluğa da varım."
Sen varsın evet. Sen varsın. Biliyorum sen kadınsın sen ordasın ama o yok. O hiç oraya gelmedi.
Bugün düşse yere.. ellerinle koşar kaldırırsın onu, boşlukta bıraktığı ellerinle.
ama sen düşsen, telefona uzanıp arayamazsın.
Olmaz çünkü.
Hayat bazılarımıza bu imkanı vermez.
Ama bir gün her şey yolundayken yani ona bakarsınız elini tutarsınız ve ne sevgisini görebilirsiniz ne de hissedebilirsiniz. Sizin sevginiz öyle çok sarmıştır ki seviyor zannetmişsinizdir aslında.
En acısı da bu zaten sen son mısrasını aklında tuttuğun bir şiir gibi severken, onun için hiçbir anlam ifade etmediğini görmek. Sevgi değildir ondaki sadece kaybetmemek.
İşte o zaman yolu hepimiz biliyoruz.
Çünkü herkesin kendi yolu, herkesin kendi hikayesi var. Ve başroller yan roller herkes bir yerlerde oyuncu.
Değiştiremediğinde değişmek zorunda kalırsın ama en önemlisi değişmemek için çaba sarf etmek, bunu unutmamalısın.
Birazdan yağmur yağacak. Yağsın.
Toprak bakire bir kadındır. Yağsın yağmur belki gözyaşlarımızı da döker toprağa. Siler gözlerimizi, gömer acılarımızı.
Yazıyı toplasan koskoca bir ama ediyor. Amadan önce söylediğim her şey anlamsız. Geriye kalanları okuduğunda ise yalnız başına yürünen o uzun, ıssız yolda buluyorsun kendini.
Ondan önce söylenen yaşanan hiçbir şeyin artık bi' anlamı yok.
Biz yazarız ardından şiirler, methiyeler, sevdalar kimsesiz sözler.. biz yazarız acılarımız her bir harfte metine dönüşür.
Biz yazarız çünkü kadınız ağıtlar hep dillerimizden dökülür.
Kadınız biz. Ya severiz ya daha da çok severiz.
Çünkü kadınız genelde bilmeden severiz.*

6 Eylül 2013 Cuma

İnsan ölümü de bekleyebilir.


Başa çıkmanın bir yolu olmalı, diyorum kendi kendime.
Tüm bu olanlarla baş etmenin bir yolu olmalı.
Bazen her şey üstüne gelir ve daha fazla dibe inemezsin. Tam bu anda ölmek istersin ama ölemezsin de.. İşte o zaman ölümden daha b.ktan şeyler olduğunu anlarsın hayatta.
Aynı şeyleri konuşmaktan da aynı temennileri dinlemekten de sıkıldım. Hiçbir şeyin düzeldiği yok. Acıların unutulduğu ve zamanın her şeyi düzelttiği falan da yok.
Unutmuyoruz, olanları unutmuyoruz, güzel günlerdi hepsi bunların hiçbirini unutmuyoruz.
Sadece umuyoruz. Unutmayı umuyoruz..
Güçlü olduğunu düşünenler yokmuş gibi yapıyor her gün ateşin tam ortasında yürürken.
Ben ise hayatlarına devam eden insanlardan ihtirasla nefret ediyorum.
Bir bar taburesinde sabaha kadar içip, içli şarkılar dinleyip. Gizli kapaklı yaşadığınız ne varsa her şeyi ulu orta kusup zaman geçirmeyi tercih ediyorum. O ihtiyardan hiçbir farkım kalmayana kadar...
Bir zamanlar meyhaneden çıkmayan bir ihtiyara,
"Neden şair oldun?" diye sorduğumda "Çünkü O, gitti.." diyerek cevap vermişti.
Şimdi anlıyorum.. her şey düzgün olsaydı yani tüm şartlar uygun olsaydı diyorum o zaman yazacak bir neden bulamayacaktım. Bunu ne o ihtiyar ne de ben istemeyiz.
Birkaç gün önce ezan okunuyordu -bu olağan bir şey-
ve ben şarap içiyordum. - bu da olağan bir şey.-
Ananem balkonun kenarından uzayıp giden yola bakıyordu. Göz göze geldik öyle uzun baktı ki bana insan ölümü de bekleyebilir dedim içimden.
İnsan ölümü de bekleyebilir, ölüler hariç.
Biri daha çıkıp her şeyin düzeleceğini söyleyecek olursa silahlanıp kendimle savaşacağım Tanrım beni affet.
Tanrım beni affet ben sadece kendimin kötü bir kopyasıyım.
Bir sabah insanlar uyanacaklar ve hayatlarına böcek olarak devam edecekler.
İşte o zaman bağıracağım arkalarından: "Samsa! Gregor Samsa!" diye.
Kafka okumanın bize kattığı en iyi şey gerçeğe olan mazoşistçe düşkünlüğümüz.*
Acı ama gerçek. Umutsuz ve umarsız ama gerçek. Korkutucu ama gerçek.
Bir yalana inanmaktan ya da bir gölgeyle beraber yürümekten daha iyidir gerçekler.
Daha önce de söyledim gibi
Bazı şeyleri bilmek gerekir.
Herkes her şeyi yazabilir.